465
page-template-default,page,page-id-465,stockholm-core-2.2.9,select-theme-ver-8.9,ajax_fade,page_not_loaded,menu-animation-underline-bottom,,qode_menu_,qode_sidebar_adv_responsiveness,qode_sidebar_adv_responsiveness_1024,wpb-js-composer js-comp-ver-6.6.0,vc_responsive

Bana göre resim,
“kendini özleyen, kendine aşık olan ve kendisiyle çiftleşen yaşam”ın
en özgün çocuğudur.

 

Yaşamın güzel, ortalığın “tatlı”, erkeklerin yakışıklı, kızların harika olduğu günlerde “zamanı birlikte yuttuk” Nilgün’le. Doğumunu beklemek hakkımızdı ama “unuttuk”. Çocuklukta yaş farkı “büyür” Nilgün bizim “arsız” küçüğümüzdü; büyüdük, şimdi “aynı” yaştayız. Yıllar sonra atölyesinde karşılaştığımda, birlikte yuttuğumuz zamanın “doğumunu gözlemeyi” unuttuğum geldi aklıma: Yaptıklarına baktım ve anladım; Nilgün biçim ve renk “doğurmuş”. Yaptığınız işin “adanmışlıktan uzak” olmasını istiyorsanız, renkleri olmayan bir dünyaya sığının. Tutkunuzun, renkler içinde “erimek” biçiminde “tecelli etmesini” istiyorsanız hiç durmayın,”kendi aşkınızla kendinizi vurun”. Bizler “ikinci’ doğumumuzu “yol”da yaptık: İnanç alanının dışına taşınıp kendimizi, ötesinde dağları-taşları “özgürleştirmeye” soyunduğumuzda kavgayı “epik bir tiyatro”ya dönüştürdük.

Ateizmin evlatları olarak “çelişkiler” yaşamadık değil, Nilgün de bu gel-git içerisinde, gönlünün “ıslak mağarası”nda “volta vurarak” bir “üçüncü doğuma” hazırladı kendisini: “İçinde kendisinden büyük biri” vardı; kimileri O’na “İnsanoğlu Ermiş” ya da “ana esin kaynağı” dedi. Nilgün adını koydu: İçindeki büyük İsa idi. “Sır kimlik” İsa olunca “resim”, gönül yoğunlaşması sonucu dışa taşan “bilge” ya da “bilgelik” olur çıkar. Aşık olduğu resmin peşinde oradan oraya savrulurken Nilgün, “geriye” dönüp kendi gönlünde eni-boyu ve derinliği olmayan bir “nokta”, yani “hiçlik” olmuş besbelli. Derken “hareket” etmeye başlamış; noktalar yan yana gelmiş çizgileri, çizgiler yan yana gelmiş yüzeyleri, yüzeyler yan yana gelmiş “resimleri” oluşturmuş; büyüyüp ruha sığmayınca “doğurmuş” renk olmuş. Cana renkleri veren Yaşam’dır; öyleyse Yaşam’ın verebileceği renkleri alacak can olmak “ressam” olmaktır; Nilgün bunu başarmış.

Gönlünü bir resim işliğine çevirmiş Nilgün, Kendisi de bu işliğin işçisi olmuş. Bu işçinin ürettiği resimler artık Nilgün’ün değil, yaşamın çocukları. Nilgün, yaşamın çocukları durumundaki bu “şifre resimlerle”, kendini kendi bedeninin dışına taşmış; biçimleri ve renkleri avucunun içine almış. Yeri gelmiş “işkence gören kötülük” olarak algılanan “iyilik” anlamında “fahişe”; yeri gelmiş, insanlığı kurtarmak için Şeytana sunulan bedel anlamında İsa; yeri gelmiş “temiz bir kap” anlamında Meryem olmuş. Yeri gelmiş “korku ve aptallık” tarafından beslenip büyütülen Şeytan kimliğinde gezinmiş .İşte böyle böyle “şifre resimleri’ sonsuz yaşamın içine taşımış. Hisseden ve hissetmeyen doğanın parçalarına bir “simge” olarak işlemiş. Yeri-zamanı geldiğinde, “ıslak toprakta fışkıran bir ot gibi” bu simgelerden şifre resimler anımsansın istemiş.

Anımsandığında her “şifre resim”, sonsuz yaşamın içinde “biçime dökülmüş-renge düzülmüş” bir “ersuyu” olarak çıkar karşımıza: Nilgün bunu becermiş; hem ölümsüzlük kazanmış hem de ölmüş; açıkçası, yaşarken dirilmiş. Resim dünyasında gezindiğimizde, Tann’nın İsa’da “bedenlenmesi”, Meryem Banyosu’nda tanrısal “dölleme gücü” olarak algılanan “ersuyu” ile “döllenme gücü” olarak algılanan Meryem kaynağının “kaynaşıp maddenin ilksel halini” almaya başladığı betimlenir bir bakıma. Ezeli maddeye, yani doğum-öncesi “şekilsiz maddeye” dönüş olgusu İsa’nın hem doğumu hem de ölümü ile ilişkilendirilir. Sevinç-keder karşıtlığında hangisi hangisinden büyüktür sorusuna yanıt aranıyor gibidir: Ayrıntıda “sevinç” yanı başımızda iken “keder” yatağmıza uzanmış bizi bekler sanki. Tam da bu nedenle Nilgün’ün resimleriyle baş başa kaldığımda dünün “anısına’ ve yarının “düşüne” taşınabiliyorum. Renkler “sevişmek” istediğinde ressamın fırçasından birbirine doğru akmak zorundadır. Kavuştuklarında, resim denen büyük anne her rengi bağrına basacaktr. İşte o zaman “yaşamın eli renk olacak”, bizi soyacak ve tenimizin her yanıyla oynayacaktır.

Can ısmarlamadan “susayan renklerin bir ressamı nasıl içtiklerini” görmek isteyenler, Nilgihı Tüzüntürk’ün “renklerle dansı”ını izlemeliler derim.

Esat Korkmaz